12 Haziran 2013 Çarşamba

Başbakan'ın üslubu - Hilal KAPLAN



İkinci haftasını dolduran Gezi Olayları bağlamında, sanki tek meseleymiş gibi Başbakan Erdoğan'ın üslubu tartıştırılıyor. Fakat örneğin içki içen vatandaşların gönlünü kırdığı için özür dileyen sözleri kasten gözden ırak tutuluyor. Kendisinin onayından geçerek, Bülent Arınç'ın 'Başbakan vekili' olarak yaptığı konuşmanın Başbakan'ı 'küplere bindirdiği' gibi dezenformasyonlara girişiliyor. Özellikle de alandaki gençlere ve çevrecilere yönelik olumlu mesajları kırpılarak aktarılıyor. Olması gerektiği gibi yanlışa yanlış deniyor ama doğruya doğru denen nedense bulunamıyor.
Evet, Başbakan'ın yer yer sesini yükselttiği, bazen emir kipinde cümleler kurduğu, ayyaş ve çapulcu gibi 'yüklü' kelimelere başvurduğu doğrudur. Halkla ilişkiler açısından bu hususta ölçünün gözetilmesi gereklidir. Ancak aynı zamanda, eylem alanlarında kendisini, rahmetli annesini ve eşini tahkir eden sayısız küfürün olduğu, hatta temsili mezarının yapılıp bazılarının 'mezar'a yönelik  iğrenç fiillerde bulunduğu bir ortamdan bahsettiğimizi hatırlamak gerekir. Yani Gezi, ne gül bahçesi ne de pislik yuvasıdır. İyi insanlar kadar kötü insanların da olduğu bir vasatın toplamıdır.
Ayrıca, Gezi'den yurda yayılan eylemlerde kaybedilen canlar, tahrip edilen 280 iş yeri, 6 kamu binası, 130 polis aracı, 207 özel araç, 18 ambülans, 11 Ak Parti binası, canlı yayın araçları, 1 konut ve 1 polis merkezine ek olarak 'basılarak' mahalle baskısı yapılan bazı cafe ve restaurantları da unutmamak gerekiyor. Ve tabii ki, üslup tartışması ekseninde Başbakan Erdoğan'ın 'yeterliliği'ni tartışmaya açan yayınlar ve yazılar...
Hem milleti hem de devlet otoritesini aynı anda temsil eden Başbakan'ın tüm bu olan bitene gözünü kapayarak hareket etmesi beklenemez. Kaldı ki Gezi Parkı'yla başlayıp, Erdoğan'ı hedefe koyan bu operasyona yönelik, Başbakan'ın sadece yumuşak bir üslubu benimsemesi de beklenemez.
Havaalanındaki konuşmasından, Mersin ve Ankara'daki konuşmalarına kadar Başbakan'ın verdiği ilk mesajın, Gezi'ye değil, faiz lobisi ve uluslararası güçlere karşı olduğunun altını çizmek lazım. Ayrıca, sokaklarda estirilen 28 Şubat havası ve özellikle başörtülü kadınları hedef alan taciz olayları karşısında Ak Parti tabanında ve mütedeyyin kesimlerde bilenen öfkenin de farkında olmak icap ediyor. Başbakan Erdoğan'ın yaptığı tüm konuşmalarda öne çıkan sloganın 'Dik dur ezilme, bu millet seninle' olduğunu da yok saymamak gerekiyor. Başbakan, bu mitingleri yaparak aslında tabanına 'Merak etmeyin, bu ülkenin bir başbakanı var; sakin olun ve sabredin' demiş oluyor. Dünkü grup konuşmasında belirttiği gibi 'sessiz çoğunluğun sesi' oluyor.
Ayrıca 28 Şubat sürecinde, kendisini devirmeye çalışan güçlere yönelik merhum Erbakan'ın yumuşak ve uzlaştırıcı üslubunun nerelere vardığını hatırlayan önemli bir kitle var. Ve bu kitle, hayat tarzı üzerinden ayrımcılığa uğradığını söyleyen halk kesimlerinin yeri geldiğinde kendilerine baskının âlâsının yapılmasına göz yumacağını biliyor. Başörtülü kadınlara cüretkâr saldırılar da, aynı kafanın hüküm sürdüğü izlenimini doğuruyor. Gün aşırı basın açıklaması yapan platformlardan bu hususta ortak bir ses çıkmamış olması da endişeleri yükseltiyor.
İstanbul'a dönen Başbakan'ı havaalanında karşılayan yüz binler hakkında, görüştüğüm bir yetkilinin şu sözleri de tabandaki psikolojiye işaret ediyordu: '11 yıldır Ak Parti içinde görev yapıyorum. İlk defa tabanımızın bu kadar yoğun tekbir getirdiğine şahit oldum.' Buna ek olarak yine ön plana çıkan 'Mücahit Erdoğan' sloganı da aynı minvalde değerlendirilmeyi hak ediyor.
Toplumda bir gerginlik olduğu aşikâr. Bu havayı dağıtacak olan da kendi tabanlarını rahatlatıp, meseleyi diyalog ve uzlaşma yoluyla çözmeyi seçtiğini ilan edecek partiler ve oluşumlardır. Ak Parti bu hususta üzerine düşeni yapmıştır. Sıra alandakilerdedir.
Bugün, Ak Parti Genel Merkezi'nde gerçekleşecek görüşme, sihirli bir şekilde her şeyi çözmeyecektir ama tarafların birbirini anlaması ve istişare mekanizmasının güçlendirilmesi noktasında olumlu katkı sunacaktır. Taşlardan, coplardan, molotoflardan, TOMA'lardan evvel buna ihtiyacımız var.

Olay! - Abdurrahman DİLİPAK


Olay anlaşıldı. Biz dışarıda arıyoruz ama işin ucu içimize kadar uzanıyor..
Bu Erdoğan’ı yeme planı idi, yedekleri de çağırdılar, herkes bu kirli oyuna katıldı.. Ergenekon da işin içinde idi, malum media da, mafia da, sermaye, siyaset, bürokrasi, STK’lar, CHP. Olmayan yoktu ki!
Taksim’deki arkadaşlar şunu görmeli, eğer birkaç yüz ya da birkaç bin kişi bir yeri işgal edip, iktidara belli şeyleri yapıp yapmamayı dayatacaksa, bu kötü örnek olur ve herkes aynı şeyi yapmaya kalkarsa, ne devlet kalır, ne düzen!
AKM’nin yerine cami yapılması için Taksim’e yüz bin kişi, toplamak çok zor değil. Bu işin altında ezilirsiniz.. Talepte bulunursunuz, kabul edilmezse eğer yasaya aykırı bir durum varsa yargı yolu açık, değilse sandıkta bunun hesabını sorarsınız. O zamana kadar da örgütlenir, yüzünüzü halka döner onu ikna etmeye çalışırsınız. Muhtıra askerden de gelse, sivilden de gelse hukuk dışıdır.. Ne yani, Diyarbakırlı bir Kürt, polis aracına taş atarsa terörist, Taksim’de bir Türk, polis aracına taş atarsa özgürlükçü mü olacak!
İyi yarın bu yol açılırsa, PKK ya da BDP bir yerleri işgal edip aynı şekilde dayatmada bulunursa, MHP’de bir başka yerde işgal gerçekleştirip sonra da aksi yönde dayatmalarda bulunursa ne olacak?
Ha dağa çıkmışsınız ha Taksim’e, ne fark eder. Bunun demokrasi, insan hakları, hukuk devleti ile alakası yok! Vazgeçin bu iddiadan.. Bu rezalete bir an evvel son vermek gerek. Önce de çevreci grubun kendi peşlerinden gelen yağmacıların oyunlarına daha fazla paravan olmaması gerek. Dergi çıkarsınlar, dernek kursunlar, yüzlerini iktidara değil, halka dönsünler, yakında seçim var, parti kursunlar, başkan adayı çıkarsınlar. Hadi, bağımsız aday göstersinler ya da!
Eğer siyasi iktidarı böyle köşeye sıkıştırmaya çalışırsanız, bu sürecin sonunda bindiğiniz dalı kesmiş olursunuz!
Herkes her il ya da ilçede bir yeri işgal edip, iktidara politika mı dayatacak, böyle bir şey olabilir mi?
Aktığınız yol hukukla değil, akılla bile bağdaşmaz..
Bu yol yol değil. Bu işi yol ederseniz, bu yoldan geçmek isteyenlerden size fırsat kalmaz..
Bu işin içinde üç kanat var. Biri çevreciler.. Birileri onları kalkan gibi kullanıyor. Onun arkasında bir sürü örgüt var. Bunlar bu işi fırsat bilip devlete, hükümete, AK Parti’ye, Erdoğan’a karşı savaş ilan etme çabasındalar..
Bir de perde gerisindeki malum “çapulcular” var.. Sermaye grubu.. İşçi sınıfının arkasındaki “beyaz Türkler”.. Bankacılar, Sermaye grubları.. Marksist grublar, Ergenekoncular, PKK hepsi aynı yerde buluşuyor.. Bu işte bir gariplik yok mu? Malum media yine “topyekun savaş” için işbaşında!
Aslında haziran ayında bu saldırı bekleniyordu. Çevrecilerin Taksim işi çıkınca bunu fırsat bildiler. O olmasa başka bir şey bahane edilebilirdi.. Bu onları için, 28 Şubat iddianamesinin kabulü aşamasında ertelenemeyecek bir işti.. Mediası, sermayesi, siyasetçisi, bürokratı, STK’sı ile 28 Şubat post modern darbesi ile ilgili soruşturmada sıranın kendilerine geldiğini biliyorlar.. Bu ilk kalkışmaları değil, şimdi Arınç suikastı planındaki o bomba yüklü kamyon davası da yeniden açılacak.
Sen misin ey Erdoğan, terörü bitirmek ve faili meçhullerin hesabını sormak isteyen,
Sen misin uyuşturucu mafiasının işine çomak sokan,
Sen misin IMF’ye borcunu kapatıp, borç verdik diye övünen,
Sen misin İstanbul’a 3. Havaalanı hayali kuran,
Sen misin, Montreux’u by-pass ederek yeni bir boğaz açmaya kalkan,
Sen misin nükleer santral kurmaya kalkan,
Sen misin yeni rafineriler kurmaya kalkan,
Sen misin faiz lobisine, petrol kaçakçılarına, borsa spekülatörlerine meydan okuyan!
Taksim’de birileri bunun hesabını soruyor aslında..
Sen misin anayasa değişikliği yapmak isteyen,
Sen misin İslam ülkelerini bir araya toplamaya çalışan,
Kelle istiyorlar kelle!
Taksim’de derinlerdeki biri, bu olayları kullanarak bunun hesabını sormak istiyor.
Bu kervana bizim aramızdan katılanlar da var.. İşin en acı tarafı da bu. Bu olaylarda sponsor olan finans, gıda ve servis sağlayan karanlık, örtülü KİT hükmündeki derin sermaye de, bizim arkadaşlarımızla kol kola girmiyor mu? Birtakım tarikatlarla da daha önceden sıcak temas sağlanmış anlaşılan..
İktidara karşı asimetrik bir savaş sürdürülüyor.. Hedef aslında Türkiye!
Sol, Marksist, sosyalist örgütlerin arkasında derin bir yapı var. Bu yapı görünenin tam tersi. Bu yapı AK Parti ile paralel örgütlenme içindeki bir yapı ve finans kapitalin Türkiye’deki merkez üssü.. Birileri hâlâ Alabora’nın farkına vardığı gerçeğin farkına varamadı. Hemen şunu da söyleyeyim, basın toplantısında kendini savunurken söylediği sözler ve ilk attığı twite getirdiği açıklama hiç de inandırıcı değildi!
Bindiğimiz dalı kesiyor olmayalım sakın.. Özgürlük ve barış şarkıları arkasına saklanmış bir savaş planı ile karşı karşıya kalmış olmayalım sakın!
Unutmayalım ki, ağuyu altın tas içre sunarlar, bal da onun suç ortağı!
Selâm ve dua ile..

11 Haziran 2013 Salı

Diren Demokrasi - Yıldıray OĞUR

 
Gezi Parkı ayaklanması, dindarlar ve Kürtler tarafından sessiz bir devrimle yıkılmakta olan Birinci Cumhuriyet’e siyaseten veya sosyolojik olarak bağlı Kemalistlerin, solcuların, liberallerin (hatta bir grup dindarın) kurduğu yeni ittifakın soft bir karşı devrim girişimidir. Aslında direnen Gezi değil, Birinci Cumhuriyet’tir... O halde bize de şöyle demek düşer: #direndemokrasi
 Tencerelerle tavalarla gürültü çıkararak yapılan protestonun orijinal adı Caceroloza. 1971’de Şili’de Allende’ye karşı kadınlar ellerinde tencereler ve tavalarla sokağa çıktıklarında bütün dünya onları çok sevmişti. Kıtlığı protesto eden sivil kadınlar yüzde yüz haklıydı çünkü. Sonra devletleştirmeye isyan eden kamyoncular çıktı sokaklara, korna seslerinin duyulmasını istemeyen Allende geri adım atmadı, ülkedeki radyo ve televizyonlardan penguen belgeseli değil belki ama bangır bangır müzik çaldı. Ülkedeki sanatçılar, aydınlar ve Batı, Castro’nun dostu “diktatör Allende”ye karşı bu sivil direnişin yanında durdu. 
Sonuç için Pinochet’in o kibirli fotoğraflarından birini ve Victor Jara’nın bir daha gitar çalamasın diye stadyumun ortasında kırılan parmaklarını hatırlamak yeterli.
Benzetmek gibi olmasın ama 1929 Nazi protestolarında da Naziler, Weimar Almanyası’nın sert politikalarına karşı ayaktaydılar, haklıydılar, halk bu yüzden onların yanındaydı, yürüyüşlerde bandolar çalıyor, kadınlar ve gençler şarkılar söylüyordu.
27 Mayıs’a beş kala 28 Nisan 1960’da Ankara ve İstanbul’da meydana gelen olaylarda DP iktidarının antidemokratik uygulamalarını protesto eden gençler de haklıydı. Menderes’in polisi o gün meydanları dolduran ve sadece demokratik protesto hakkını kullanan öğrencilere kan kusturmuştu, ölenler ve yaralılar olmuştu. 
31 Mart İsyanı’nı tetikleyen de muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi ve İttihatçı iktidarın katilleri bulma konusundaki gönülsüzlüğüne dönük haklı tepkiydi. Hukuk Fakültesi ve Mülkiye öğrencileri ile birleşerek Bab-ı Ali’nin kapısına dayanmış, önce cılız olan grup büyümüş, sayı 50 bine kadar varmıştı. Gençlerin tek bir isteği vardı: 1908’deki devrimin unutulduğunu düşündükleri sloganları: Özgürlük ve adalet. 
Yani bir protestonun, tepkinin yüzde yüz haklı, ahlaken doğru bir nedenden ortaya çıkması, onun sonuçlarının siyaseten doğru, ilerici, demokrat olacağı anlamına gelmez. 
Bu kez farklı olabilir, bilmiyoruz. Toplumsal olayların iyi ki bir kanunu yok. Verilere, alametlere bakılır ve karar verilir. Ama onu görebilmek için de gözlerinizin devrimci romantizmden, barikattan demokrasi çıkmasını bekleyecek kadar şirazesini kaybetmişlerin AKP karşıtlığından kapalı olmaması gerekir.
‘Gezi Harikalar Diyarı’
Belki de ben yanılıyorum, benim gözlerime bir perde indi. Ama gördüğüm, beni endişeli bir demokrata çeviren resim şudur: Gezi Parkı protestoları yüzde yüz haklı bir tepkiden ortaya çıktı. Polisin gaddarlığına karşı gösterilen tepki de sivil sınırları içinde kaldıkça yüzde yüz haklıydı. Söylenecek hiçbir şey yok. 
Ama son 10 gündür gerisini söylemeye de zaten cesaret etmek zor. Çünkü son 10 gündür şu sözün ne anlama geldiğini bizzat yaşayarak öğrendik: Faşizm susma değil, konuşma mecburiyetidir. 
Şimdi her yeri Gezi Parkı analizleri kapladı. Kuşak analizlerinin sonu “bu mesaj alınmalı”larla bitiyor. İslami kesimi en iyi bildiği söylenen sosyologlar Gezi’de “mevlid simidi” dağıttırıp heyecanlarına sosyolojiyi alet ediyor. Erdoğan’a bir ders verilmesi gerektiğini düşünen liberaller, demokratlar bile bunun için birazcık şiddetten zarar gelmeyeceğine ikna olmuş durumda. 
Karşı cephede de durum parlak değil. Paslı testerelerden çıkma, yontma taş devrinden kalma komplo teorileri saf değiştirdi, Erasmus öğrencilerine şafak baskını yapmak, direnen liseli gençleri anlamaya tercih edildi.
Yani sosyolojik analiz, siyasi analizin, siyasi analiz sosyolojik analizin köküne kibrit suyu döküyor.
Evet, karşımızda doğduklarından beri Erdoğan’dan başka bir Başbakan tanımamış, söyleyecek yeni sözleri (epey küfürlü), mizah duyguları olan, bu eylemlerde politik bilincini ve heyecanını yakalamış bir nesil var. 2002’den beri aynı jargonla konuşan AK Parti onlar için fazlasıyla sıkıcı, eski, köylü, karşısında çaresiz hissettiren bir iktidar duvarı artık. 
Ama 10 gündür sosyolojik tespitleri için pastanın bu en güzel yerini kesmelere doyamamışlar, yarattıkları Gezi Harikalar Diyarı’ndan çıkarlarsa karşılarında sadece Mustafa Keser’in Askerleri’ni değil, Mustafa Kemal’in Askerleri’ni de, söyleyeceği yeni bir söz kalmamış, sıkıcı yaşlı devrimcileri de, nefret suçu işleme rekorları kıran, öfkeli ulusalcı Beyaz Türkleri de görecekler. Hatta grubun sözcülüğünü hükümet programı ve kabine listesi eksik kalmış taleplerle iktidarla görüşen o içi geçmiş, fırsatçı yaşlı kuşak yapmakta. Taksim’de sadece yoga yapan çiçek çocuklar değil, 10 yıldır komplolar denizinde yüzen Beyaz Yakalılar, yaşam tarzı ideolojisi dışında hiçbir büyük toplumsal meselenin heyecanlandırmadığı Beyaz Türkler, Paris Komünü heyecanıyla bir daha çıkmamak üzere alana yerleşmiş her türlü değişime karşı sicili “hayır”larla dolu Beyoğlu solu da var. 
Daha da kötü haber: Taksim dışında İstanbul’un, memleketin geri kalanın kontrolü Mustafa Kemal’in askerleri ile konfederasyon bayraklı (kalpaklı-Türk bayrağı) Kemalist teyzelerin elinde. Gezi eylemcileri adına New York Times’a verilen sonra da değiştirilen “Atatürk’ün mirasçılarıyız” yazan ilan kadar uzağınızda eski rejimin ittifak kurduğunuz güçleri. Eski rejimin sadık burjuvazisinden direnişçi yaratan karanlık ise sorgulanmayı bekliyor.
Belki bu heyecan içinde fark etmediniz. Özgürlük ve demokrasi ülkesi Taksim Meydanı’nın ortasında televizyon kanallarının para parça edilmiş canlı yayın arabalarının enkazı yatıyor. Medyaya baskıdan şikayet eden gazeteciler o enkazların fotoğraflarını paylaşıp, bunu yapan gençlere övgüler yağdırıyor. O meydanlarda saldırıya uğrayan, taciz edilen gazetecilerin bunu dillendirmesi bile bunca insan direnirken çok ayıp bulunmakta.
“Üslubu çok sert, bizi dışlıyor” diye Başbakan’ı haklı olarak eleştirenlerin direniş meydanlarının, caddelerinin duvarları o Başbakan’a edilmiş küfürlerle dolu. Başbakan’ın sert üslubuna çok kızıp barikatlara koşanlar gülerek ellerinde o Başbakan’a ve eşine en iğrenç hakaretler edilmiş pankartlar taşıyor.
Demokratik siyasetin eksikliğinden şikayet eden, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar günlerce barikatlardan, çatışmalardan halkı direnişe çağırdı, çatışmalarda öncü birlik ya da arkada istihkam kuvvetleri gibi çalıştı, kurtarılmış bölgelerden bildirdi, hatta kurmay heyeti edasıyla çatışmaları yönetti. 
İktidarı totaliter yapan ne?
En iyi üniversitelerin akademisyenleri “Ülkemizin geleceği nottan da önemlidir” diyerek öğrencilerine finallerde tam not verip, Beşiktaş’a, direnişe gönderdi. Plazalardaki şirketler, özel üniversiteler direnişe servis kaldırdı. Sabaha kadar polisle çatışıp, sabah kalkıp takımlarını giyip plazasına giden yerli Tyler Durden’larımız oldu. 
Ak Parti binalarını yakanlar ise ancak provokatör olabildi. Elleri bayraklı, Mustafa Kemal’in Askerleri tarafından taciz edildiğini söyleyen başörtülü kadınlara “Delilin ne, ispatla” diye hesap soruldu. 
İslami sermayenin mağazaları, bankaları, dershaneleri, direnişçilere destek vermeyen restoranlar, cafeler direnişçi kalabalıkların saldırılarına uğradı, boykot edildi en şanslıları kapılarına, camlarına sarımsak niyetine astıkları bayraklarla kırmızı çarpı atılmaktan kurtuldular.
Liseli gençlerin direniş barikatları, devrimci hevesleri kursaklarına kalmış yazarları, aklına Bursa Nutku düşmüş Kemalistleri, Ortadoğu’daanıları canlanmış gazetecileri, Erdoğan’la başka iktidar ve şahsi hesapları olanları ergen heyecanlarla doldurdu. Çatışmalar yüzünden üç kişinin öldüğü, herkesin sükûnet çağrısı yaptığı günlerde emekliliği gelmiş liberaller cadde cadde, sokak sokak direnişe selam çaktı. Emekliliği çoktan geçmiş liberaller ise meşru Başbakanı hasta ilan edip çekilme çağrısı yaptı.
Kelebek ilavesi sevgilisiyle direnişe katılan ünlüler haberleriyle çıkıyor günlerdir. Demet Akalın’ı, Kıvanç Tatlıtuğ’u direnişçi yapan büyük dalgayla tatmin olmayanların “Konuşsana” faşizmi Panama kıyılarına kadar ulaştı, Acun Ilıcalı’nın, Murat Boz’un bile kapıları zorlandı, Mustafa Ceceli, Şahan Gökbakar direniş kırıcısı, yandaş ilan edildi. Ferit Şahenk neredeyse linç ediliyor, Orhan Pamuk ise aralarında eski TÜSİAD başkanının da olduğu eli meşaleli konuş diye bağıran kalabalığın baskılarına daha fazla dayanamadı. 
Peki bunca şeyi hak edecek kadar ne yaptı bu hükümet ve bu Başbakan? 
Bundan 20 yıl önce şimdi çapulcu pankartlarıyla avlandığı dağlardan düz ovaya inen Cem Boyner’in YDH’sının, aşkın ve devrimin partisi ÖDP’nin peşine takılanların muhtemelen ortak ütopyası olan askeri vesayeti yıkmak, sivil anayasa için masaya oturmak, Kürt sorununu siyasi müzakerelerle çözmek için adım atmak mı bu iktidarı totaliter yaptı?
Çözüm süreci ve Gezi süreci...
Şimdi televizyonlarda hala İslamofobik “biat kültürüyle yetişmiş iktidara karşı, haysiyet ayaklanması” analizleri yapanlar, diktatörlük, faşizm kelimelerinden kumdan kaleler yapanlar bundan dört-beş yıl öncesine kadar bu iktidara bunları yapmadığı için otoriter demiyor muydu? 
Bundan sadece 10 gün öncesine kadar Türkiye’yi cesaretle barışa götüren, resmen ilan ettiği çözüm sürecinde ikinci aşama olan demokratikleşmeye geçmek üzere olan bir iktidar nasıl oldu da 10 günde toplumu düşmanlaştıran, totaliter bir iktidar ilan ediliverdi?
İlk kez olmayan ama nobranca ve akılsızca yönetilen bir asayiş skandalından, dünyanın her yerinde olan ama kötü bir dille anlatılmış içki satışına getirilen kısıtlamadan ve Başbakan’ın ilk kez duymadığımız sert sözlerinden hareketlebu Norveç Sosyal Demokrat Parti olmadığını bildiğimiz iktidardan artık ders verilmesi gereken zalim bir diktatörlük çıkarmak, “yeter bea” noktasına, barikatlara ulaşmak ileride hesabı verilemeyecek bir haksızlıktır, daha da önemlisi pek çok aktör için tarihe geçecek, unutulmayacak bir fırsatçılıktır.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’e laiklik tavsiye eden bir lideri, 20 yıldır yönettiği, hatta daha önce “imamı” bile olduğunu ilan etmesine rağmen kimsenin hayatına karışmadığı bir şehirde nostaljik ve kaba laiklik histerileriyle 10 günde “İslamcı bir Ortadoğu diktatörü”diye paketlemeye çalışan Batı medyasının tavrı da en iyi niyetli olarak kötü niyetle açıklanabilir.
Herkes şu sorunun cevabını kendince bulmalıdır: Acaba Türkiye’yi bundan sonra Gezi Parkı Eylemi’ne destek verenler mi yönetse demokratik bir ülke olur yoksa Erdoğan’ı destekleyenler yönetse mi? 
Şöyle de sorabiliriz: Askeri vesayeti yıkılmasına destek veren, referandumda evet diyen, 30 yıllık savaşı siyasal müzakerelerle çözülmesinin arkasında duran kalabalıklardan mı korkmalıyız yoksa bunların hepsine karşı çıkmışların da tam kadro içinde bulunduğu Gezi Parkı Koalisyonu’ndan mı?
Halk Tv’den, Ulusal Kanal’dan canlı yayınlanan devrim mi daha hayırlıdır yoksa hükümete karşı diye protestoları canlı vermeyen kanallardaki penguen belgeseli mi? 
Ben Menderes’in idamını radyodan ağlayarak dinleyen büyükbabamın yani sessiz çoğunluğun yanındayım. Kendimi, plajları doldurup vatandaşın denize girmesini engellediği için totaliter ilan edilenlere yakın hissediyorum. 
Gezi Parkı Ayaklanması, dindarlar ve Kürtler tarafından sessiz bir devimle yıkılmakta olan Birinci Cumhuriyet’e siyaseten veya sosyolojik olarak bağlı Kemalistlerin, solcuların, liberallerin (hatta bir grup dindarın)  kurduğu yeni ittifakın soft bir karşı devrim girişimidir.
Aslında direnen Gezi değil, Birinci Cumhuriyet’tir... O halde bize de şöyle demek düşer: #direndemokrasi

Gezi’deki tuzaklar ve fırsatlar: Bir demokrasi sınav - Markar ESAYAN

Günlerdir, Gezi Parkı’nda başlayan ve sonrasında tek gündemimiz haline gelen ve böylesiyle ilk defa karşılaştığımız sosyal bir olayı konuşuyoruz. İlk günkü ve Taksim’den çekilme talimatı gidene kadar yaşanan polis şiddetinin yanlışlığını sanırım artık herkes kabul ediyor. Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun amasız, dolambaçsız özürü, oldukça önemli. Ben böyle bir pratiği geçmişten hatırlamıyorum. Başbakan Erdoğan’ın içki konusunda yaptığı açıklamalardan ötürü kırılmış vatandaşlardan özür dilemesi de öyle. Hükümetin böyle bir patlamaya hazır olmadığı ve belki de 11 yıllık çok zor iktidar dönemleri boyunca bile yaşamadıkları bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldıklarını düşünüyorum.

Daha önceki yazılarımda, dilim döndüğünce AK Parti’nin normal demokrasilerde iş gören hükümetlerden çok daha özel bir konum ve misyonu olduğunu zikretmiştim. Bunun altını özellikle çizdim. Üstelik, bunu bir kısım aydının kibirli-üstenci dili reddederek yaptım. Çünkü halktan biriyim ve hep öyle yaşadım. Hükümetin bir kurucu parti olarak 11 yıldır yavaş, yumuşak ve ama bir o kadar da köklü bir devrim yaptığını iddia ediyorum. Bunun cezası ağırdır. Kemalist statükoyu, onun vurucu gücü Ergenekon’u ve ekonomi vesayetini ortadan kaldırmaya çalıştığınız ve bunu önemli oranda başardığınız zaman, bunun karşılıksız kalmayacağını ve hazırlıklı olunması gerektiğini bilirsiniz. Tek bir örnek vereceğim. AK Parti, 100 liraya satılan ilacın fiyatını, 10 liraya indirdi. Bu bir devrimdir. Yüzde 150’lerde dolaşan faizi ise yüzde altının altına çekti. Enflasyon yüzde 140’lardan, yüzde sekize geriledi. IMF’ye olan hesap kapandı ve kuruma borç verecek düzeye gelindi. Bu bir devrimdir. Bugün darbe yapmaya heves eden fiyakalı paşaların devri kapanmış gözüküyor. Azınlıkların devlet eliyle mallarına el koyan 36 Beyannamesi fecaati, bu iktidar tarafından kaldırıldı, el konan 200 milyar liralık gayrımenkulün iadesine başlandı. Bu bir devrimdir.
Bunlar cezasız kalmaz. Ta ki o cezayı siz öngörüp, önünü alırsanız, bu karşı koyuş, bir demokrasi fırsatına çevrilir.
İşte AK Parti hükümetine yönelik yazılarımda, kurucu iktidar olarak, bunca sefil durumda bir muhalefet tablosunda, ülkenin kalan yüzde ellisine yönelik dilin çok dikkatli kurulması gerektiğini de hep söyledim. Ben Türkiye’de yaşam biçimleri tartışmasının yanlış yapıldığını düşünüyorum. Burada hükümet de, ona eleştiri getirenler de olayı tam olarak kavrayamıyor. Hükümet, haklı olarak, yıllarca çeperde tutulmuş, hakkı yenmiş, kamu alanına sokulmamış kitlesini memnun edeceğini düşündüğü uygulamaları ustalık döneminde yapmaya çalıştı. Doğru ya, Müslüman demokrat bir parti, bir sosyal demokrat veya liberal parti gibi davranamaz. Dört yılda bir sandığa giden bir parti, mutlaka seçmeninin taleplerini dinlemek zorundadır. Ancak, mesela hükümetin yasa haline getirdiği alkol düzenlemesinin değil, ondan önce kullanılan dilin sorunlu olduğunu düşünüyorum. İçkinin sembolik bir fay hattı oluşturduğu unutularak, düzenlemenin içkiyi aşan anlamları ıskalandı. Aynı şey gereksiz bir kürtaj yasası hamlesinde de yaşandı. Ben bunların yaşam biçimlerine ideolojik bir müdahale niyetiyle yapıldığını düşünmüyorum. Ancak kurulan dil o kadar sorunlu ki, hem dilin kendisi rahatsız edici, hem de kullanılmaya çok müsait.
Madalyonun öteki tarafından bakanlar da AK Parti’nin sosyolojisini anlamaktan uzak gözüküyorlar. Hiç hak etmedikleri davranışlara, haksızlıklara maruz kalan Müslümanlar, hiç kan dökmeden, kendilerine yönelik vahşi bir darbeye -28 Şubat- rağmen, bundan dersler çıkartarak AK Parti temsiliyetinde iktidara geldiler. Başbakan haklı, devrim ise, devrim 3 Kasım 2002’de yapılmıştır. Hem de en demokratik şekillerde… Şimdi bu iktidar, en basit bir hak meselesini bile, mesela kamuda başörtüsü serbestiyetini 11 yıldır tam olarak çözebilmiş değil. Nedeni ise, düzenlemenin bir rejim kavgasına dönmesinden endişelenilmesi. Ama keşke, şu son yaşanan kargaşa, içki vs düzenlemesi yüzünden değil, kamuda başörtüsünü amasız serbest hale getiren bir yasa yüzünden yaşansaydı.
AK Parti, aynı anda her şey olmak zorunda. Acı ama gerçek bu. Belki o kadar da acı değildir. Belki de bu siyaseti çok olgunlaştıran, demokrasi kültürümüzü geliştirecek bir şeydir. Bunu da AK Parti anlamalı. 11 yıldır, Türkiye’de bir devrim yaşanırken, imtiyaz kaybeden, korkuları ahlaksızca istismar edilen AK Partili olmayan kesimler de, muhalefet partileri, ama özellikle CHP tarafından temsiliyetsiz bırakıldı. Bir anamuhalefet partisi düşünün ki, derin devlet suçlarına sahip çıktı, Ergenekon sanıklarını milletvekili yaptı, elli kişilik vekil ordusu ile Silivri’deki Ergenekon mahkemesini sabote etmeye kalktı. Çözüm Süreci’nde bile kararlı duramadı. Bir vatandaş hatırlıyorum, şöyle demişti: “CHP bir şeye karşı çıktığında, anlıyorum ki o iyi bir şeydir, konuyu bilmesem de tersini destekliyorum.”
İşte ülkenin bu muhalefetsizliği, reformlarla imtiyaz kaybına duyulan sınıfsal beyaz Türk öfkesi ve hükümetin dönem dönem sertleşen ataerkil dili, birarada bir enerji birikmesine yol açtı. Bunun diktatörlük olduğunu iddia etmek, ya hiç diktatörlük görmemiş olmak, ya da başka türden bir diktatörlüğü arzu etmekle mümkün. Hükümet, başarıları ile kendine daha çok güvenmeye başladıkça, yola çıktıklarında işbirliği yaptıkları liberal aydınların kibrinden rahatsız olmaya, ancak buna başka tür bir kibirle karşılık vermeye başladı. Artık Türkiye 2002-2010 dönemindeki bileşenlerden oluşmuyordu. Demokratların bir kısmının cilası dökülmeye başladı. Aslında, tam da onlar Müslümanların yaşam özgürlüğüne karşıydılar. Bunu demokrasi sorunu olarak ambalajlamaları gerçeği değiştirmiyordu. Kamusal alana mahcup bir yere kadar değil, beyaz Türklere eşit şekilde yerleşmeye çalışan Müslümanlara karşı, çok derinlere gömülmüş bir tür İslamofobi ortaya çıktı. Bu sapma, “Erdoğan nefreti” başlıklı bir koalisyonun oluşmasını sağladı.
Çözüm süreci de, bu nedenle, Erdoğan’ın önünün kesilmesinin artık mümkün olmayacağı düşüncesiyle, kategorik olarak reddedildi. Devlet, Erdoğan’ın tüm riskleri alarak 30 yıldır demokrat görünümlü elit aydınların “yapın” dediklerini yapmaya başlamıştı ama, nedense bu bir tür öfkeye neden oluyordu. Bunu açıkça ifade etmek mümkün olmadığı için, “Demokrasi olmadan, barış olmaz” gibi paradoksal bir kavramın arkasına sığındılar. Bu gösterişli önermenin, aslında muğlak bir demokratik duruma kadar savaşa devam demek olduğunu görmek istemediler. Barış yapmaya karar vermenin tam da demokrat bir durum, şiddetin sona erdiği bir ortamda, gençlerimizi artık amaçsız bir çatışmaya kurban vermek başta olmak üzere, demokrasi sorunlarına daha çok zaman ve enerji ayırmak demek olduğunu da anlatamadık onlara. Barış ile AK Parti arasındaki çizgi yakınlaştıkça, bu kesimler hızla operasyonel tavır almaya başladılar, bizleri de yandaş diye yaftaladılar. Bu yaklaşımları bile sınıfsaldı. Diyelim ki o kişi AK Parti’yi destekleyen bir aydın olsun, bu neden aşağılayıcı bir durum olsundu ki! CHP’yi desteklemek övülecek bir durumken, AK Parti’nin olumlu siyasetini bir aydın olarak desteklediğinizde, sanki ayıp bir şey yapmış oluyordunuz. Asıl sorun tam da bu eşitliği hazmedememiş kibirli tavırdaydı.
Gezi meselesi, tam bir yönetim basiretsizliği ile artık bir çevre ihtilafı olmaktan çıkmış durumda. Ciddi olarak endişelenmemiz ve bu endişeleri sağduyuya tahvil etmemiz gereken kritik bir dönemdeyiz. Çevre hassasiyeti ve ataerkil dile karşı çıkan gençlerimizi bu büyük oyunda mutlaka ayrı bir yere koymak, onları korumak, dinlemek, dersler çıkarmak ve onlardan ders almak zorundayız. Ancak, olayın ikinci bir 28 Şubat denemesine dönüştüğünü, hükümetin de buna direneceğini görmek gerekiyor.
Hangi aydın vicdanı ve akıl, Erdoğan’ı Hitler, Mussolini ve Franco’ya benzeterek gençleri direnişe çağırabilir, sağduyunuza bırakıyorum. Ülkede yaşananları faşizme karşı bir Türk baharı olarak pazarlamaya çalışmak, hükümetin dünyadaki meşruiyetini karalamaya çalışmak, kime ne kazandıracak? Hadi diyelim, muvaffak olundu ve hükümeti devirecek bir kaos yaratıldı, bundan kim kazançlı çıkacak? Hükümeti devirmek için yüzlerce gencin ölmesini, ekonominin çökmesini beklemek, nasıl bir ruh durumuyla açıklanabilir?
Ama tabii ki, buna karar vermiş olanlara vicdan çağrısı yapmak naifçe. Hükümetin özellikle de Erdoğan’ın, dengelerinin bozulması sağlanarak hatalar yapması beklentisini boşa çıkartması lazım. Hükümet, ilk günlerdeki anlaşılmaz polis şiddetinde kaybettiği ahlaki üstünlüğü yeniden kazanmalı. Bu olayların ve vatandaşların hepsini bir provokasyon torbasına atmakla olmaz. Hükümette alandaki gençleri bu işten ayrı tuttuğuna dair bir tavır var ve bu çok isabetli. Yapılan hatalar telafi edilmeli, sorumlular hızla belirlenmeli ve adalet duygusu tamir edilmeli. Mesela Gezi’deki gençler daha uzun süre orada kalmaya karar verirse, oraya müdahale etmeme tavrı mutlaka sürmeli. O alan şu anda on binlerce kişinin en küçük panikte hayatını kaybedebileceği bir ölüm labirenti gibi. Eğer böyle bir felaketi yaşarsak, bunun tüm Türkiye’yi saracak bir ateşe dönüşmesi kaçınılmaz olur.
Biz Gezi’de ne olduğunu, Gezi üzerinde alçak uçuş yapan akbabaların operasyonlarını belki yıllar sonra ancak daha doğru analiz edebileceğiz. Şu anda, çoğunlukta olduğunu düşündüğüm sağduyulu vatandaşların ve öncelikle hükümetin üzerine çok sorumluluk düşüyor. Ateşe su dökmek ve gençlerimizi, demokrasimizi korumak.

Bu olursa, demokrasi anlayışımız tepeden tırnağa değişecek ve çok şey kazanacağız. Ben bundan eminim.