Günlerdir, Gezi Parkı’nda başlayan ve sonrasında tek gündemimiz haline gelen ve böylesiyle ilk defa karşılaştığımız sosyal bir olayı konuşuyoruz. İlk günkü ve Taksim’den çekilme talimatı gidene kadar yaşanan polis şiddetinin yanlışlığını sanırım artık herkes kabul ediyor. Vali Hüseyin Avni Mutlu’nun amasız, dolambaçsız özürü, oldukça önemli. Ben böyle bir pratiği geçmişten hatırlamıyorum. Başbakan Erdoğan’ın içki konusunda yaptığı açıklamalardan ötürü kırılmış vatandaşlardan özür dilemesi de öyle. Hükümetin böyle bir patlamaya hazır olmadığı ve belki de 11 yıllık çok zor iktidar dönemleri boyunca bile yaşamadıkları bir sıkıntıyla karşı karşıya kaldıklarını düşünüyorum.
Daha önceki yazılarımda, dilim döndüğünce AK Parti’nin normal demokrasilerde iş gören hükümetlerden çok daha özel bir konum ve misyonu olduğunu zikretmiştim. Bunun altını özellikle çizdim. Üstelik, bunu bir kısım aydının kibirli-üstenci dili reddederek yaptım. Çünkü halktan biriyim ve hep öyle yaşadım. Hükümetin bir kurucu parti olarak 11 yıldır yavaş, yumuşak ve ama bir o kadar da köklü bir devrim yaptığını iddia ediyorum. Bunun cezası ağırdır. Kemalist statükoyu, onun vurucu gücü Ergenekon’u ve ekonomi vesayetini ortadan kaldırmaya çalıştığınız ve bunu önemli oranda başardığınız zaman, bunun karşılıksız kalmayacağını ve hazırlıklı olunması gerektiğini bilirsiniz. Tek bir örnek vereceğim. AK Parti, 100 liraya satılan ilacın fiyatını, 10 liraya indirdi. Bu bir devrimdir. Yüzde 150’lerde dolaşan faizi ise yüzde altının altına çekti. Enflasyon yüzde 140’lardan, yüzde sekize geriledi. IMF’ye olan hesap kapandı ve kuruma borç verecek düzeye gelindi. Bu bir devrimdir. Bugün darbe yapmaya heves eden fiyakalı paşaların devri kapanmış gözüküyor. Azınlıkların devlet eliyle mallarına el koyan 36 Beyannamesi fecaati, bu iktidar tarafından kaldırıldı, el konan 200 milyar liralık gayrımenkulün iadesine başlandı. Bu bir devrimdir.
Bunlar cezasız kalmaz. Ta ki o cezayı siz öngörüp, önünü alırsanız, bu karşı koyuş, bir demokrasi fırsatına çevrilir.
İşte AK Parti hükümetine yönelik yazılarımda, kurucu iktidar olarak, bunca sefil durumda bir muhalefet tablosunda, ülkenin kalan yüzde ellisine yönelik dilin çok dikkatli kurulması gerektiğini de hep söyledim. Ben Türkiye’de yaşam biçimleri tartışmasının yanlış yapıldığını düşünüyorum. Burada hükümet de, ona eleştiri getirenler de olayı tam olarak kavrayamıyor. Hükümet, haklı olarak, yıllarca çeperde tutulmuş, hakkı yenmiş, kamu alanına sokulmamış kitlesini memnun edeceğini düşündüğü uygulamaları ustalık döneminde yapmaya çalıştı. Doğru ya, Müslüman demokrat bir parti, bir sosyal demokrat veya liberal parti gibi davranamaz. Dört yılda bir sandığa giden bir parti, mutlaka seçmeninin taleplerini dinlemek zorundadır. Ancak, mesela hükümetin yasa haline getirdiği alkol düzenlemesinin değil, ondan önce kullanılan dilin sorunlu olduğunu düşünüyorum. İçkinin sembolik bir fay hattı oluşturduğu unutularak, düzenlemenin içkiyi aşan anlamları ıskalandı. Aynı şey gereksiz bir kürtaj yasası hamlesinde de yaşandı. Ben bunların yaşam biçimlerine ideolojik bir müdahale niyetiyle yapıldığını düşünmüyorum. Ancak kurulan dil o kadar sorunlu ki, hem dilin kendisi rahatsız edici, hem de kullanılmaya çok müsait.
Madalyonun öteki tarafından bakanlar da AK Parti’nin sosyolojisini anlamaktan uzak gözüküyorlar. Hiç hak etmedikleri davranışlara, haksızlıklara maruz kalan Müslümanlar, hiç kan dökmeden, kendilerine yönelik vahşi bir darbeye -28 Şubat- rağmen, bundan dersler çıkartarak AK Parti temsiliyetinde iktidara geldiler. Başbakan haklı, devrim ise, devrim 3 Kasım 2002’de yapılmıştır. Hem de en demokratik şekillerde… Şimdi bu iktidar, en basit bir hak meselesini bile, mesela kamuda başörtüsü serbestiyetini 11 yıldır tam olarak çözebilmiş değil. Nedeni ise, düzenlemenin bir rejim kavgasına dönmesinden endişelenilmesi. Ama keşke, şu son yaşanan kargaşa, içki vs düzenlemesi yüzünden değil, kamuda başörtüsünü amasız serbest hale getiren bir yasa yüzünden yaşansaydı.
AK Parti, aynı anda her şey olmak zorunda. Acı ama gerçek bu. Belki o kadar da acı değildir. Belki de bu siyaseti çok olgunlaştıran, demokrasi kültürümüzü geliştirecek bir şeydir. Bunu da AK Parti anlamalı. 11 yıldır, Türkiye’de bir devrim yaşanırken, imtiyaz kaybeden, korkuları ahlaksızca istismar edilen AK Partili olmayan kesimler de, muhalefet partileri, ama özellikle CHP tarafından temsiliyetsiz bırakıldı. Bir anamuhalefet partisi düşünün ki, derin devlet suçlarına sahip çıktı, Ergenekon sanıklarını milletvekili yaptı, elli kişilik vekil ordusu ile Silivri’deki Ergenekon mahkemesini sabote etmeye kalktı. Çözüm Süreci’nde bile kararlı duramadı. Bir vatandaş hatırlıyorum, şöyle demişti: “CHP bir şeye karşı çıktığında, anlıyorum ki o iyi bir şeydir, konuyu bilmesem de tersini destekliyorum.”
İşte ülkenin bu muhalefetsizliği, reformlarla imtiyaz kaybına duyulan sınıfsal beyaz Türk öfkesi ve hükümetin dönem dönem sertleşen ataerkil dili, birarada bir enerji birikmesine yol açtı. Bunun diktatörlük olduğunu iddia etmek, ya hiç diktatörlük görmemiş olmak, ya da başka türden bir diktatörlüğü arzu etmekle mümkün. Hükümet, başarıları ile kendine daha çok güvenmeye başladıkça, yola çıktıklarında işbirliği yaptıkları liberal aydınların kibrinden rahatsız olmaya, ancak buna başka tür bir kibirle karşılık vermeye başladı. Artık Türkiye 2002-2010 dönemindeki bileşenlerden oluşmuyordu. Demokratların bir kısmının cilası dökülmeye başladı. Aslında, tam da onlar Müslümanların yaşam özgürlüğüne karşıydılar. Bunu demokrasi sorunu olarak ambalajlamaları gerçeği değiştirmiyordu. Kamusal alana mahcup bir yere kadar değil, beyaz Türklere eşit şekilde yerleşmeye çalışan Müslümanlara karşı, çok derinlere gömülmüş bir tür İslamofobi ortaya çıktı. Bu sapma, “Erdoğan nefreti” başlıklı bir koalisyonun oluşmasını sağladı.
Çözüm süreci de, bu nedenle, Erdoğan’ın önünün kesilmesinin artık mümkün olmayacağı düşüncesiyle, kategorik olarak reddedildi. Devlet, Erdoğan’ın tüm riskleri alarak 30 yıldır demokrat görünümlü elit aydınların “yapın” dediklerini yapmaya başlamıştı ama, nedense bu bir tür öfkeye neden oluyordu. Bunu açıkça ifade etmek mümkün olmadığı için, “Demokrasi olmadan, barış olmaz” gibi paradoksal bir kavramın arkasına sığındılar. Bu gösterişli önermenin, aslında muğlak bir demokratik duruma kadar savaşa devam demek olduğunu görmek istemediler. Barış yapmaya karar vermenin tam da demokrat bir durum, şiddetin sona erdiği bir ortamda, gençlerimizi artık amaçsız bir çatışmaya kurban vermek başta olmak üzere, demokrasi sorunlarına daha çok zaman ve enerji ayırmak demek olduğunu da anlatamadık onlara. Barış ile AK Parti arasındaki çizgi yakınlaştıkça, bu kesimler hızla operasyonel tavır almaya başladılar, bizleri de yandaş diye yaftaladılar. Bu yaklaşımları bile sınıfsaldı. Diyelim ki o kişi AK Parti’yi destekleyen bir aydın olsun, bu neden aşağılayıcı bir durum olsundu ki! CHP’yi desteklemek övülecek bir durumken, AK Parti’nin olumlu siyasetini bir aydın olarak desteklediğinizde, sanki ayıp bir şey yapmış oluyordunuz. Asıl sorun tam da bu eşitliği hazmedememiş kibirli tavırdaydı.
Gezi meselesi, tam bir yönetim basiretsizliği ile artık bir çevre ihtilafı olmaktan çıkmış durumda. Ciddi olarak endişelenmemiz ve bu endişeleri sağduyuya tahvil etmemiz gereken kritik bir dönemdeyiz. Çevre hassasiyeti ve ataerkil dile karşı çıkan gençlerimizi bu büyük oyunda mutlaka ayrı bir yere koymak, onları korumak, dinlemek, dersler çıkarmak ve onlardan ders almak zorundayız. Ancak, olayın ikinci bir 28 Şubat denemesine dönüştüğünü, hükümetin de buna direneceğini görmek gerekiyor.
Hangi aydın vicdanı ve akıl, Erdoğan’ı Hitler, Mussolini ve Franco’ya benzeterek gençleri direnişe çağırabilir, sağduyunuza bırakıyorum. Ülkede yaşananları faşizme karşı bir Türk baharı olarak pazarlamaya çalışmak, hükümetin dünyadaki meşruiyetini karalamaya çalışmak, kime ne kazandıracak? Hadi diyelim, muvaffak olundu ve hükümeti devirecek bir kaos yaratıldı, bundan kim kazançlı çıkacak? Hükümeti devirmek için yüzlerce gencin ölmesini, ekonominin çökmesini beklemek, nasıl bir ruh durumuyla açıklanabilir?
Ama tabii ki, buna karar vermiş olanlara vicdan çağrısı yapmak naifçe. Hükümetin özellikle de Erdoğan’ın, dengelerinin bozulması sağlanarak hatalar yapması beklentisini boşa çıkartması lazım. Hükümet, ilk günlerdeki anlaşılmaz polis şiddetinde kaybettiği ahlaki üstünlüğü yeniden kazanmalı. Bu olayların ve vatandaşların hepsini bir provokasyon torbasına atmakla olmaz. Hükümette alandaki gençleri bu işten ayrı tuttuğuna dair bir tavır var ve bu çok isabetli. Yapılan hatalar telafi edilmeli, sorumlular hızla belirlenmeli ve adalet duygusu tamir edilmeli. Mesela Gezi’deki gençler daha uzun süre orada kalmaya karar verirse, oraya müdahale etmeme tavrı mutlaka sürmeli. O alan şu anda on binlerce kişinin en küçük panikte hayatını kaybedebileceği bir ölüm labirenti gibi. Eğer böyle bir felaketi yaşarsak, bunun tüm Türkiye’yi saracak bir ateşe dönüşmesi kaçınılmaz olur.
Biz Gezi’de ne olduğunu, Gezi üzerinde alçak uçuş yapan akbabaların operasyonlarını belki yıllar sonra ancak daha doğru analiz edebileceğiz. Şu anda, çoğunlukta olduğunu düşündüğüm sağduyulu vatandaşların ve öncelikle hükümetin üzerine çok sorumluluk düşüyor. Ateşe su dökmek ve gençlerimizi, demokrasimizi korumak.
Bu olursa, demokrasi anlayışımız tepeden tırnağa değişecek ve çok şey kazanacağız. Ben bundan eminim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder