Gezi Parkı ayaklanması, dindarlar ve Kürtler tarafından sessiz bir devrimle yıkılmakta olan Birinci Cumhuriyet’e siyaseten veya sosyolojik olarak bağlı Kemalistlerin, solcuların, liberallerin (hatta bir grup dindarın) kurduğu yeni ittifakın soft bir karşı devrim girişimidir. Aslında direnen Gezi değil, Birinci Cumhuriyet’tir... O halde bize de şöyle demek düşer: #direndemokrasi
Tencerelerle tavalarla gürültü çıkararak yapılan protestonun orijinal adı Caceroloza. 1971’de Şili’de Allende’ye karşı kadınlar ellerinde tencereler ve tavalarla sokağa çıktıklarında bütün dünya onları çok sevmişti. Kıtlığı protesto eden sivil kadınlar yüzde yüz haklıydı çünkü. Sonra devletleştirmeye isyan eden kamyoncular çıktı sokaklara, korna seslerinin duyulmasını istemeyen Allende geri adım atmadı, ülkedeki radyo ve televizyonlardan penguen belgeseli değil belki ama bangır bangır müzik çaldı. Ülkedeki sanatçılar, aydınlar ve Batı, Castro’nun dostu “diktatör Allende”ye karşı bu sivil direnişin yanında durdu.
Sonuç için Pinochet’in o kibirli fotoğraflarından birini ve Victor Jara’nın bir daha gitar çalamasın diye stadyumun ortasında kırılan parmaklarını hatırlamak yeterli.
Benzetmek gibi olmasın ama 1929 Nazi protestolarında da Naziler, Weimar Almanyası’nın sert politikalarına karşı ayaktaydılar, haklıydılar, halk bu yüzden onların yanındaydı, yürüyüşlerde bandolar çalıyor, kadınlar ve gençler şarkılar söylüyordu.
27 Mayıs’a beş kala 28 Nisan 1960’da Ankara ve İstanbul’da meydana gelen olaylarda DP iktidarının antidemokratik uygulamalarını protesto eden gençler de haklıydı. Menderes’in polisi o gün meydanları dolduran ve sadece demokratik protesto hakkını kullanan öğrencilere kan kusturmuştu, ölenler ve yaralılar olmuştu.
31 Mart İsyanı’nı tetikleyen de muhalif gazeteci Hasan Fehmi’nin Galata Köprüsü üzerinde öldürülmesi ve İttihatçı iktidarın katilleri bulma konusundaki gönülsüzlüğüne dönük haklı tepkiydi. Hukuk Fakültesi ve Mülkiye öğrencileri ile birleşerek Bab-ı Ali’nin kapısına dayanmış, önce cılız olan grup büyümüş, sayı 50 bine kadar varmıştı. Gençlerin tek bir isteği vardı: 1908’deki devrimin unutulduğunu düşündükleri sloganları: Özgürlük ve adalet.
Yani bir protestonun, tepkinin yüzde yüz haklı, ahlaken doğru bir nedenden ortaya çıkması, onun sonuçlarının siyaseten doğru, ilerici, demokrat olacağı anlamına gelmez.
Bu kez farklı olabilir, bilmiyoruz. Toplumsal olayların iyi ki bir kanunu yok. Verilere, alametlere bakılır ve karar verilir. Ama onu görebilmek için de gözlerinizin devrimci romantizmden, barikattan demokrasi çıkmasını bekleyecek kadar şirazesini kaybetmişlerin AKP karşıtlığından kapalı olmaması gerekir.
‘Gezi Harikalar Diyarı’
Belki de ben yanılıyorum, benim gözlerime bir perde indi. Ama gördüğüm, beni endişeli bir demokrata çeviren resim şudur: Gezi Parkı protestoları yüzde yüz haklı bir tepkiden ortaya çıktı. Polisin gaddarlığına karşı gösterilen tepki de sivil sınırları içinde kaldıkça yüzde yüz haklıydı. Söylenecek hiçbir şey yok.
Ama son 10 gündür gerisini söylemeye de zaten cesaret etmek zor. Çünkü son 10 gündür şu sözün ne anlama geldiğini bizzat yaşayarak öğrendik: Faşizm susma değil, konuşma mecburiyetidir.
Şimdi her yeri Gezi Parkı analizleri kapladı. Kuşak analizlerinin sonu “bu mesaj alınmalı”larla bitiyor. İslami kesimi en iyi bildiği söylenen sosyologlar Gezi’de “mevlid simidi” dağıttırıp heyecanlarına sosyolojiyi alet ediyor. Erdoğan’a bir ders verilmesi gerektiğini düşünen liberaller, demokratlar bile bunun için birazcık şiddetten zarar gelmeyeceğine ikna olmuş durumda.
Karşı cephede de durum parlak değil. Paslı testerelerden çıkma, yontma taş devrinden kalma komplo teorileri saf değiştirdi, Erasmus öğrencilerine şafak baskını yapmak, direnen liseli gençleri anlamaya tercih edildi.
Yani sosyolojik analiz, siyasi analizin, siyasi analiz sosyolojik analizin köküne kibrit suyu döküyor.
Evet, karşımızda doğduklarından beri Erdoğan’dan başka bir Başbakan tanımamış, söyleyecek yeni sözleri (epey küfürlü), mizah duyguları olan, bu eylemlerde politik bilincini ve heyecanını yakalamış bir nesil var. 2002’den beri aynı jargonla konuşan AK Parti onlar için fazlasıyla sıkıcı, eski, köylü, karşısında çaresiz hissettiren bir iktidar duvarı artık.
Ama 10 gündür sosyolojik tespitleri için pastanın bu en güzel yerini kesmelere doyamamışlar, yarattıkları Gezi Harikalar Diyarı’ndan çıkarlarsa karşılarında sadece Mustafa Keser’in Askerleri’ni değil, Mustafa Kemal’in Askerleri’ni de, söyleyeceği yeni bir söz kalmamış, sıkıcı yaşlı devrimcileri de, nefret suçu işleme rekorları kıran, öfkeli ulusalcı Beyaz Türkleri de görecekler. Hatta grubun sözcülüğünü hükümet programı ve kabine listesi eksik kalmış taleplerle iktidarla görüşen o içi geçmiş, fırsatçı yaşlı kuşak yapmakta. Taksim’de sadece yoga yapan çiçek çocuklar değil, 10 yıldır komplolar denizinde yüzen Beyaz Yakalılar, yaşam tarzı ideolojisi dışında hiçbir büyük toplumsal meselenin heyecanlandırmadığı Beyaz Türkler, Paris Komünü heyecanıyla bir daha çıkmamak üzere alana yerleşmiş her türlü değişime karşı sicili “hayır”larla dolu Beyoğlu solu da var.
Daha da kötü haber: Taksim dışında İstanbul’un, memleketin geri kalanın kontrolü Mustafa Kemal’in askerleri ile konfederasyon bayraklı (kalpaklı-Türk bayrağı) Kemalist teyzelerin elinde. Gezi eylemcileri adına New York Times’a verilen sonra da değiştirilen “Atatürk’ün mirasçılarıyız” yazan ilan kadar uzağınızda eski rejimin ittifak kurduğunuz güçleri. Eski rejimin sadık burjuvazisinden direnişçi yaratan karanlık ise sorgulanmayı bekliyor.
Belki bu heyecan içinde fark etmediniz. Özgürlük ve demokrasi ülkesi Taksim Meydanı’nın ortasında televizyon kanallarının para parça edilmiş canlı yayın arabalarının enkazı yatıyor. Medyaya baskıdan şikayet eden gazeteciler o enkazların fotoğraflarını paylaşıp, bunu yapan gençlere övgüler yağdırıyor. O meydanlarda saldırıya uğrayan, taciz edilen gazetecilerin bunu dillendirmesi bile bunca insan direnirken çok ayıp bulunmakta.
“Üslubu çok sert, bizi dışlıyor” diye Başbakan’ı haklı olarak eleştirenlerin direniş meydanlarının, caddelerinin duvarları o Başbakan’a edilmiş küfürlerle dolu. Başbakan’ın sert üslubuna çok kızıp barikatlara koşanlar gülerek ellerinde o Başbakan’a ve eşine en iğrenç hakaretler edilmiş pankartlar taşıyor.
Demokratik siyasetin eksikliğinden şikayet eden, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar günlerce barikatlardan, çatışmalardan halkı direnişe çağırdı, çatışmalarda öncü birlik ya da arkada istihkam kuvvetleri gibi çalıştı, kurtarılmış bölgelerden bildirdi, hatta kurmay heyeti edasıyla çatışmaları yönetti.
İktidarı totaliter yapan ne?
En iyi üniversitelerin akademisyenleri “Ülkemizin geleceği nottan da önemlidir” diyerek öğrencilerine finallerde tam not verip, Beşiktaş’a, direnişe gönderdi. Plazalardaki şirketler, özel üniversiteler direnişe servis kaldırdı. Sabaha kadar polisle çatışıp, sabah kalkıp takımlarını giyip plazasına giden yerli Tyler Durden’larımız oldu.
Ak Parti binalarını yakanlar ise ancak provokatör olabildi. Elleri bayraklı, Mustafa Kemal’in Askerleri tarafından taciz edildiğini söyleyen başörtülü kadınlara “Delilin ne, ispatla” diye hesap soruldu.
İslami sermayenin mağazaları, bankaları, dershaneleri, direnişçilere destek vermeyen restoranlar, cafeler direnişçi kalabalıkların saldırılarına uğradı, boykot edildi en şanslıları kapılarına, camlarına sarımsak niyetine astıkları bayraklarla kırmızı çarpı atılmaktan kurtuldular.
Liseli gençlerin direniş barikatları, devrimci hevesleri kursaklarına kalmış yazarları, aklına Bursa Nutku düşmüş Kemalistleri, Ortadoğu’daanıları canlanmış gazetecileri, Erdoğan’la başka iktidar ve şahsi hesapları olanları ergen heyecanlarla doldurdu. Çatışmalar yüzünden üç kişinin öldüğü, herkesin sükûnet çağrısı yaptığı günlerde emekliliği gelmiş liberaller cadde cadde, sokak sokak direnişe selam çaktı. Emekliliği çoktan geçmiş liberaller ise meşru Başbakanı hasta ilan edip çekilme çağrısı yaptı.
Kelebek ilavesi sevgilisiyle direnişe katılan ünlüler haberleriyle çıkıyor günlerdir. Demet Akalın’ı, Kıvanç Tatlıtuğ’u direnişçi yapan büyük dalgayla tatmin olmayanların “Konuşsana” faşizmi Panama kıyılarına kadar ulaştı, Acun Ilıcalı’nın, Murat Boz’un bile kapıları zorlandı, Mustafa Ceceli, Şahan Gökbakar direniş kırıcısı, yandaş ilan edildi. Ferit Şahenk neredeyse linç ediliyor, Orhan Pamuk ise aralarında eski TÜSİAD başkanının da olduğu eli meşaleli konuş diye bağıran kalabalığın baskılarına daha fazla dayanamadı.
Peki bunca şeyi hak edecek kadar ne yaptı bu hükümet ve bu Başbakan?
Bundan 20 yıl önce şimdi çapulcu pankartlarıyla avlandığı dağlardan düz ovaya inen Cem Boyner’in YDH’sının, aşkın ve devrimin partisi ÖDP’nin peşine takılanların muhtemelen ortak ütopyası olan askeri vesayeti yıkmak, sivil anayasa için masaya oturmak, Kürt sorununu siyasi müzakerelerle çözmek için adım atmak mı bu iktidarı totaliter yaptı?
Çözüm süreci ve Gezi süreci...
Şimdi televizyonlarda hala İslamofobik “biat kültürüyle yetişmiş iktidara karşı, haysiyet ayaklanması” analizleri yapanlar, diktatörlük, faşizm kelimelerinden kumdan kaleler yapanlar bundan dört-beş yıl öncesine kadar bu iktidara bunları yapmadığı için otoriter demiyor muydu?
Bundan sadece 10 gün öncesine kadar Türkiye’yi cesaretle barışa götüren, resmen ilan ettiği çözüm sürecinde ikinci aşama olan demokratikleşmeye geçmek üzere olan bir iktidar nasıl oldu da 10 günde toplumu düşmanlaştıran, totaliter bir iktidar ilan ediliverdi?
İlk kez olmayan ama nobranca ve akılsızca yönetilen bir asayiş skandalından, dünyanın her yerinde olan ama kötü bir dille anlatılmış içki satışına getirilen kısıtlamadan ve Başbakan’ın ilk kez duymadığımız sert sözlerinden hareketlebu Norveç Sosyal Demokrat Parti olmadığını bildiğimiz iktidardan artık ders verilmesi gereken zalim bir diktatörlük çıkarmak, “yeter bea” noktasına, barikatlara ulaşmak ileride hesabı verilemeyecek bir haksızlıktır, daha da önemlisi pek çok aktör için tarihe geçecek, unutulmayacak bir fırsatçılıktır.
Mısır’da Müslüman Kardeşler’e laiklik tavsiye eden bir lideri, 20 yıldır yönettiği, hatta daha önce “imamı” bile olduğunu ilan etmesine rağmen kimsenin hayatına karışmadığı bir şehirde nostaljik ve kaba laiklik histerileriyle 10 günde “İslamcı bir Ortadoğu diktatörü”diye paketlemeye çalışan Batı medyasının tavrı da en iyi niyetli olarak kötü niyetle açıklanabilir.
Herkes şu sorunun cevabını kendince bulmalıdır: Acaba Türkiye’yi bundan sonra Gezi Parkı Eylemi’ne destek verenler mi yönetse demokratik bir ülke olur yoksa Erdoğan’ı destekleyenler yönetse mi?
Şöyle de sorabiliriz: Askeri vesayeti yıkılmasına destek veren, referandumda evet diyen, 30 yıllık savaşı siyasal müzakerelerle çözülmesinin arkasında duran kalabalıklardan mı korkmalıyız yoksa bunların hepsine karşı çıkmışların da tam kadro içinde bulunduğu Gezi Parkı Koalisyonu’ndan mı?
Halk Tv’den, Ulusal Kanal’dan canlı yayınlanan devrim mi daha hayırlıdır yoksa hükümete karşı diye protestoları canlı vermeyen kanallardaki penguen belgeseli mi?
Ben Menderes’in idamını radyodan ağlayarak dinleyen büyükbabamın yani sessiz çoğunluğun yanındayım. Kendimi, plajları doldurup vatandaşın denize girmesini engellediği için totaliter ilan edilenlere yakın hissediyorum.
Gezi Parkı Ayaklanması, dindarlar ve Kürtler tarafından sessiz bir devimle yıkılmakta olan Birinci Cumhuriyet’e siyaseten veya sosyolojik olarak bağlı Kemalistlerin, solcuların, liberallerin (hatta bir grup dindarın) kurduğu yeni ittifakın soft bir karşı devrim girişimidir.
Aslında direnen Gezi değil, Birinci Cumhuriyet’tir... O halde bize de şöyle demek düşer: #direndemokrasi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder